28 Aralık 2011 Çarşamba

Neyi arıyorsan sen

Bugün saygıdeğer meslektaşım ve zümre arkadaşım Arif OĞUZ'un bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Neyi arıyorsan sen, O’sundur” der Mevlana.. Zulmün peşindeysen zalimsin, sevginin peşindeysen aşık...Her insan özünde yaratıcının ruhuna üflediği o büyük cevheri taşır.O cevher ki insanı insan yapan en önemli erdemdir.Mevlana’nın şu hikayesindeki gibi tıpkı: Musa peygamber yolda bir çoban görür. Çoban şöyle seslenip duruyordu: “Ey iyilik sahibi Tanrı! Neredesin ki sana kul, kurban olayım, çarığını dikeyim, saçını tarayayım, bitlerini kırayım. Ulu tanrı, sana süt ikram edeyim. Elceğizini öpeyim, ayaklarını ovayım. Uyuma vaktin gelince, yerceğizini silip süpüreyim. Bütün nağmelerim, keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin hatırınadır Tanrım.” Musa, “Çoban kiminle konuşuyorsun?” diye sordu. Çoban: “Bizi yaratanla, bu yeri göğü halk edenle…” diye yanıt verince, Musa dedi ki: “Vah vah, sen sersemlemişsin. Daha Müslüman olmadan kafir oldun! Bu ne saçma söz, bu ne ancak sana yakışır. Tanrının her şeye gücü yeten, her konuda adaletli olduğunu biliyorsan, nasıl olur da bu saçmalıklara, bu küstahlıklara cesaret ediyorsun?” Musa sözünü sürdürdü: “Akılsız dost düşmandır. Ulu Tanrı bu çeşit hizmetlere gerek duymaz. Sen bunları kime söylüyorsun; amcana mı, dayına mı? Tanrı ile edepsizce konuşmak gönlü öldürür; amel defterini kapkara eder. İsterse aslında kendi halinde, saf bir adam ol. El ayak bizim için övünç vesilesidir ama Tanrının arılığına oranla kusurdur. Onun doğmaz, doğurmaz niteliği vardır. Çoban “Ey Musa; ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın!” diyerek giysisini yırtıp, yana yana bir “Ah!” çekti ve başını alıp çöle doğru yola düştü. Musa’ya Tanrıdan şöyle esin geldi: “Kulumuzu bizden ayırdın. Sen ulaştırmaya mı geldin, yoksa ayırmaya mı? Ben herkese bir huy, herkese bir söz dağarcığı verdim. Ona övgü olan söz, sana ayıplamadır. Ona göre baldır, sana göre zehir! Bizim içinse temizlik de söz konusu değildir, pislik de… Kullara “İbadet edin!” diye emrettimse, bir kazanç, bir yarar elde edeyim diye değil; kullara bağışlarda bulunayım diye… Biz dile, söze bakmayız; gönüle, duruma bakarız.” İnsanı, insan olduğu için sevelim. Hatalar karşısında, zaaflar karşısında eleştiri yapmak kolaydır, asıl zor olan kocaman bir yüreğe sahip olmak ve hoşgörü gösterebilmektir. İnandığı değerlere sahip çıkan, alçakgönüllü olan insan iyiliği yüceltir. Kendinizi kış mevsimi gibi karanlık ve kasvetli bir dünyaya hapsetmekten vazgeçerek, ışığa döndürün yüzünüzü. İlkbahara, yaz mevsimine döndürün. İyi niyetin, iyi düşüncenin, güneşin sıcağı kadar içinizi ısıttığını siz de hissedeceksiniz. Kızmak, bağırmak, kalp kırmak ne kadar kolaydır. Siz asıl içinizdeki gücü ortaya çıkarın ve hoşgörü gösterin.Göreceksiniz daha iyi olacak her şey …

26 Aralık 2011 Pazartesi

ayrılıklar uzundur

Öğretmen olmak bazen gerçekten zordur. Birçok sıkıntı bir yana bence en zoru ayrılmış anne ve babaların çocuklarını eğitmek. Onlar o kadar kırılgandır ki bazı zamanlar elim ayağıma dolanır.

Bu yazı ayrılan anne ve babalara...


"Ayrılıklar uzundur…
Şimdi çok uzaklardasın. Ve benim içim yanıyor. Çok yorgunum…
“Bir ayrılık, bir yoksulluk bir ölüm.” diyor şair. Biz ayrılıktan bahsediyoruz. Yüreğime bir kor düştü yanıyor. Gece uyurken ona bakıyorum yangınım büyüyor. Hep bir tarafı eksik kalacak, yanında ya annesi olmayacak ya da babası. Pazar günlerini sevmeyecek, çünkü anne ve babasıyla birlikte olamayacak. Basket sahasında anne ve babasıyla oynayan çocuklar görecek her an. Diyorum ya hep bir tarafı eksik olacak. Okulda formları içi burkularak dolduracak. Her hatası buna bağlanacak, insanlar üzülerek bazen de acıyarak bakacaklar yüzüne. Sen ya da ben büyürken tüm zamanlarını göremeyeceğiz. İlk kelimeleri, ilk adımları, okula başlayışı… Elinden tutup paylaşamayacağız o heyecanı. Heyecanla anlatamayacağız birbirimize bunları. Bizim de eksik kalacak bir tarafımız ve maalesef bu eksikler hiç tamamlanamayacak. Bayramlar zor gelecek ikiye bölünecek ruhu. Ya anne ya baba ayrımı yaşayacak ömür boyu. Ve çok sevdiğimiz çocuğumuza böyle bir yol çizmiş olacağız.
Gece uyurken ona bakıyorum yangınım büyüyor. O kadar masum ve savunmasız ki bize o kadar muhtaç ki. Gülerek bakıyor gözümün içine ve benim içim daha çok yanıyor. Ona layık gördüğümüz hayatı düşünüyorum. Ne diyeceğiz büyüyünce ona biz egolarımıza teslim olduk, arada seni unuttuk ve sen kayboldun. Bunun hesabını nasıl vereceğiz. Nasıl bakacağız çocuğumuzun yüzüne. Diyorum ya hep bir tarafı eksik kalacak. Ve ne yaparsak yapalım iyileştiremeyeceğiz bu yarayı.
Bir zamanlar birbirimizi çok sevdiğimize inandıramayacağız onu, çünkü o kadar küçük ki bizi hiç birlikte görmemiş olacak. Hatanın kimde olduğu da onun için önemli olmayacak, çünkü bu sonucu değiştirmeyecek. Hep bir umut olacak içinde annem babam bir gün birlikte olacak diye. Belki her gece bunun için dua da edecek. Ama annesiyle babası kendi hayatlarına dalmış olacak.
Evliliğini de etkileyecek bizim ayrılığımız. Birisini sevecek bir gün, isterlerken yanında kim olacak, o zaman da yüreğine acı düşecek. Yine eksilecek ruhunda bir şeyler, mutluluğu buruk olacak. Belki de evliliğe inancı kalmayacak.
Gece uyumadan önce annesiyle babasını öpemeyecek mutlulukla. Zamanının bir kısmını psikologlarda geçirecek. Ona göre ayarlayacak programını.
Birkaç fotoğraf karesinden ibaret olacak ailesi. İki ailesi olacak ama ikisi de yarım, ancak bir bütün edemeyecek iki aile.
Ve bunlar koca bir ömür sürecek .
İki arada kalacak bazen, şımaracak, hırçınlaşacak ve biz ona kızamayacağız. Çünkü o daima bize daha fazla kızgın olacak. Eksik kızgınlıkla öfkeyle dolmaya başlayacak. Ve biz anne ve babası olarak ne yaparsak yapalım hiçbir zaman bu yaşayacaklarını değiştiremeyeceğiz.
Bunları değiştirmemizin tek yolu ayrılmamak… Ayrılıklar uzundur, bir ömür sürer."


23 Aralık 2011 Cuma

kayıp hali



Bir zamanlar ağaçlarımız vardı; altında oturduğumuz, bazen salıncak kurarak hayallerimize uçtuğumuz.

Papatyalarını topladığımız, üzerinde yuvarlandığımız uçsuz bucaksız çayırlarımız vardı. Buz gibi sular akardı pınarlarından. Karpuz bile soğuturduk.
Bir zamanlar bizim tertemiz havamız, öten kuşlarımız, yemyeşil şehirlerimiz vardı.

Bir zamanlar mis gibi çam kokan ormanlarımız, asırlık çınarlarımız vardı, tüm arkadaşlarımızla kucaklayamadığımız.
Evet, bizim bir zamanlar yemyeşil bir yurdumuz vardı.
Zaman geçti, zaman oldukça hızlı geçti… Ağaçlarımızı mobilya, kağıt yaptık, kestik bilinçsizce, hiç acımadık belki de…

Her gün önünden geçtiğimiz ağacı kestiler, fark etmedik hayatın telaşı içinde. Her sabah bize günaydın diyen kuşlar azalmaya başladı, ancak bizim kulağımızda kulaklık vardı ve biz liste başı bir şarkıyı dinliyorduk o an, hiç duymadık sessizliği. Sonra sessizce çekildi kuşlar, sadece bir semt adı olarak kaldılar. Artık Florya’daki kuşların yerini gökyüzündeki metal kuşlar aldılar.

Sular azaldı zamanla , ancak kuraklık başka bir kıtadaydı, taa Afrika’daydı, çok uzaktaydı, bize uğramazdı. Zaman geçti, zaman oldukça hızlı geçti … Yağmurlar azaldı, sular azaldı, bizler azaltmadık harcadığımız su miktarını… Zaman su gibi akıp geçti…

Altın gibi toprağımız her yıl azaldı, denizlere karıştı, hiç düşünmedik, çünkü aklımızda televizyondaki pembe dizi kahramanı vardı. Birileri sessizce haykırdı, sıkıcı konuşmalar yaptı, biz yine meşguldük…
Bin bir renk çiçeklerimiz vardı, eskiler bilirdi tek tek isimlerini…Şimdilerde o çiçekler alışveriş merkezlerinde yapma çiçek reyonlarında, biz de bilemedik hiç birinin ismini…

Ağaç dikerlerdi eskiler her çocuk dünyaya gözlerini açınca… Ne kadar insan varsa o kadar ağaç olurdu. Kutsaldı ormanlarımız. Bahçedeki ağaç arkadaşımızdı, çok severdik onu, çünkü yaşamımızın bir parçasıydı. Şimdi sıkıştık apartmanların arasına, gökyüzünü zor görür olduk yüksek katlı binaların arasından. Nefes alışımız bile değişti, kimimiz astım, kimimiz panik atak olduk havasızlıktan. Ayağımızı basamaz olduk toprağa, ciğerlerimize belki hiç çekemedik toprak kokusunu. Zira bizim burnumuzda sadece egzoz kokuları.
“Sen bizim dağları bilmezsin gülüm,
Hele boz dumanlar çekilsin de gör
Her haftası bayram, her günü düğün;
Hele yaylalara çıkılsın da gör
Bilmezsin ovalar nasıldır bizde;
Kağnılar yollarda yoncalar dizde…
Saydıklarım damla değil denizde,
Hele bir ekinler ekilsin de gör”
Kayıplar yaşadık hayatımızda, acı kayıplar. Ormanların yok hali, suyun, toprağın yok hali… Ancak yine de geç değildi…
Zaman geçti bizim için, oldukça hızlı geçti… Büyüdük, öğretmen olduk. Şimdi bizim elimizde bir çok fidan ve bu fidanlar uçsuz bucaksız orman…

22 Aralık 2011 Perşembe

Nasrettin Hoca



Nasrettin Hoca'ya sormuşlar:
-Kimsin?
-Hiç, demiş Hoca,
-Hiç kimseyim.
Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca:
-Sen kimsin?
-Mutasarrıf demiş adam kabara kabara.
-Sonra ne olacaksın? diye sormuş Nasrettin Hoca.
-Herhalde vali olurum, diye cevaplamış adam.
-Daha sonra? diye üstelemiş Hoca.
-Vezir, demiş adam.
-Daha daha sonra ne olacaksın?
-Bir ihtimal sadrazam olabilirim.
-Peki, ondan sonra? Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş:
-Hiç.
-Daha niye kabarıyorsun be adam. Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: Hiçlik makamında demiş Nasrettin Hoca.

20 Aralık 2011 Salı

adın tereddüt olmalı

Sessiz bir ev, yağmur, sıcak bir bardak çay ve İstanbul eşliğinde iyi giden yazılardan biri. Belki bir de hafif bir müzik...


Nerelerdeydin?.. Zaman işliyor, "öyle uzak, öyle yalnız, öyle kırık / öyle derin". Gelişinle gidişin bir oluyor. Aceleci ve süzgün ve minnetsiz...




Ne buldumsa, yüzümü ne denli tuttumsa rüzgârına, tenimde yalnız onlar kalıyor. Yalnız ürperme kalıyor, yalnız deniz kokusu, son çiçekler ve savrulan saçlarının çizdiği helezonlar... Saydam ve nahif ve solgun yüzünün bağışladığı coşkuyla düşüyorum yollara. Çağrına uyup denizlere koşasım geliyor; dağlara çıkıp nağralar atasım... Sense hep böyle sabırsız, hep dâvetkâr...
Senden başka hiçbir şey, hiçbir zaman bunca hafif, bunca özgür kılmıyor; bunca hayaller içine atmıyor beni. Rüzgârına kapılıp zamanı şaşırıyorum. İtiyatlarımı, kurallarımı bozuyor, günlerimin seyrini değiştiriyorsun. Sen gelince dilim tutuluyor. Suskun ve çaresiz bir adam kesiliyorum. Savunmasız, yapayalnız, çırılçıplak kalıyorum. Kalabalıklar kâr etmiyor. Yalnız, çıplak ve çaresiz...
Ve senden başka hiçbir şey bana kendimi düşündürtmüyor. Sen gelince, en çok kendim oluyorum. Kendi düşlerim oluyorum. Kendi günahlarım, sevaplarım... Kendi saçlarımın karası, kendi yüzümün gülüşü... Senden başka hiçbir zaman, bunca düşünmüyorum ölümü, yaşamayı bu denli istediğim olmuyor. Sen varken ölümle yaşam arasında sınırsız ilgiler kuruyorum, derin sularda karşılaşıyor ölümle yaşam. Ölümü düşünmek bu denli kavurucu olmuyor hiç. "Rüzgâr başka çeşit esecek. " diyorsun ve esiyor... Her şeyi; dağları, denizi, uzak ve yakın kıyıları, göçmen kuşları, vapurları, akşam rüzgârlarını, savunmasız ağaçları ve yaprakları kendi rengine bulayıp gidiyorsun. Göç rengine... İçimde bir göç kervanı topluyor akşamüstüleri söylediğin şarkılar. Göçler beni hep hüzünlendirir. Suskun, çaresiz, zavallı bir çocuk olurum göç kervanı düzülünce. Çok göçler gördüm ben çocukluğumda. Terk edilen evler gördüm, hüzünlü gidişler; geride kalan donuk ve amaçsız bakışlar, yeri göğü yırtan çığlıklar gördüm. Çok ölümler gördüm ben senin geldiğin zamanlar...
Yine de ben, seni sevdiğim kadar hiçbir zamanı sevmedim. Sende bulduğum kadar kendimi bulmadım hiçbir yerde. Sana olan tutkum bu yüzden. Gelişine, rüzgârına, bir de şarkılarına vurulup coşuyorum. Sonra bir çelişkiler yumağı bırakıyorsun elime. Yaşamdan ölüme, dünden bugüne, tutsaklıktan özgürlüğe koşup duruyorum...
İşte geldin, gidiyorsun...
İçimde karmaşık bir hatırlama ağı. Sürekli dünlere çekiyor beni. Bıraktıklarıma, vazgeçtiklerime, yarım kalanlara, başaramadıklarıma elimin ermediklerine... Bu senin tabiatın mı, böyle mi kuşatırsın geldiğinde herkesi? Yoksa yalnız ben mi sende dünleri bulurum bilmiyorum ve çözemiyorum. Oysa bir yandan, "yaşama koş düş yollara" diyorsun. Mekândan, ayakbağlarından kurtul, diyor bakışların... İşte bunlar son kuşlar, son yemişler ve son güneşli günler... Uzaklara bakmanın son akşamüstüleri... Öbür yanda, geçmiş günlere, eski baharlara, eski aşklara ve uçup giden ne varsa onlara takılıp kalan gönül ağları... Senin adın olsa olsa bir tereddüttür senin; vazgeçemeyişler, kopamayışlardır. Aşkla ayrılık, gitmekle kalmak, ölümle yaşam arası muazzam çelişkiler... Adın, tereddüt olmalı senin. Rengin sarı olmalı, yüzünde yarım gülücük olmalı, saçların dalgalı; dağ ve deniz karışımı kokun, güz menekşesi gözlerin...
Adın eylül olmalı senin...
"Eylül daha çocukluğumdan
beri size bakardım ben
bir yazın azalmakta olan
sözcüklerinden nasıl da
ansızın döküldünüz
bahçelerle ve kül
dolardı içim eylül "
(Hilmi Yavuz)

Eylül; mütereddit, saçları menevişli, yüzünde dünün yarım gamzesi. Bugün; hafif, uçarı, kayıtsız... Ve suskun, çırılçıplak bırakan... Yalnız ağaçlar mı, deniz mi, dağlar mı, göçmen kuşlar mı? Ben, ben, ben...

bizi etkileyen kitaplar...

Orhan Pamuk, Yeni Hayat kitabına şu cümleyle başlar; "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." Bu cümle yazılı edebiyat için son derece önemli bir cümledir. Evet okuduğumuz her kitap bizde izler bırakır, hatta bazen kahramanlar tanıdığımız insanların arasına katılır.
Bir de sadece isimleriyle bile bizi etkileyen kitaplar vardır. Zira bir kitabı elimize ilk aldığımızda adı ve kapak tasarımı bizi kendisine bağlar. Kütüphanemi taradığımda karşıma şu kitaplar çıktı:



* Huzur, Ahmet Hamdi TANPINAR
* Sahnenin Dışındakiler, Ahmet Hamdi TANPINAR


* Yalnızız, Peyami SAFA
* Tutunamayanlar, Oğuz ATAY
* Ateşten Gömlek, Halide Edip ADIVAR
* Kara Kitap, Orhan PAMUK
* Gün Olur Asra Bedel, Cengiz AYTMATOV
* Aşk, Elif ŞAFAK
* Çanakkale Mahşeri, Mehmet NİYAZİ
* Yokuşa Akan Sular, Mustafa KUTLU


* İçimizdeki Şeytan, Sebahattin Ali


Okumanızı tavsiye ediyorum, bu kitaplar sizi de etkileyeceklerdir.

19 Aralık 2011 Pazartesi

...



KADER
Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı;
Elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı!..

*******
Kader eminim daha iyi anlatılamaz. Her okuduğumda beynimde ve gönlümde derin bir sızı hissederim.

17 Aralık 2011 Cumartesi

çocukluğum...

Çıkmaz bir sokakta 13 çocuktuk. Yetmişli yılların sonlarıydı ve biz Eyüp sırtlarında yaşıyorduk. O günler hatırladığım o kadar çok ayrıntıyla dolu ki ...



Ayfer Tunç'un bir kitabı var "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" . Bu kitabı okuduğumda çok duygulanmıştım. Evet o zamanlar oturmaya gidileceği zaman çocuklar gönderilir ve bu soru sorulurdu. Çünkü o günlerde herkesin evinde telefon yoktu.




Leblebi tozu yerdik biz, ağzımıza yapışa yapışa. Elma şekeri, horoz şekeri hiç eksik olmazdı elimizden. Sokakta bayılıncaya kadar oyun oynar, gece saklambaçla taçlandırırdık çocukluğumuzu. Hasan amcamız bizi hamağına bindirir, kavaktan düdük yapardı. Biz de tüm mahallenin kurakları kuruyuncaya kadar çalardık.
Karabıyık Amca -kendisi mahallenin fotoğrafçısydı- her hafta fotoğrafımızı çeker, bir hafta sonra getirirdi. Merakla beklerdik. Gerçi tüm çocuklar aynı yeşilliğin önünde aynı pozu verirdi ama olsun, o fotoğraflar çok özeldi. Hala albümlerde bizlere gülümserler.
Okula bizi annemiz veya servis bırakmazdı. Biz toplanır tüm çocuklar beraber giderdik. Orta okulda öğretmen-öğrenci otobüsüne biner, öğretmenlerimize yer verirdik.
Bilgisayar hatta televizyon bile yoktu hayatımızda. Yine de mutlu çocuklardık. Televizyon yeni yeni girmişti dünyamıza. Önce siyah-beyaz haliyle tanıştık. İzledik bir süre, sonra renklendi, tabi Şirinler de. İlk gördüğümde ne kadar heyecanlanmıştım. Gözlerimi hayretle açmış ve "gerçekten mavilermiş" diyebilmiştim. Kara Şimşeği izlerdik hayranlıkla. Erkek çocuklarının hayalini süslerdi o araba.



Kısacası biz mutlu çocuklardık, daha doğrusu sadece çocuktuk...



**************

Bu yazıyı "deli anne"nin "Sevdikleri, Sevmedikleri..." yazısnı okuduktan sonra yazmaya karar verdim. Ona sevgilerimi yolluyorum.

16 Aralık 2011 Cuma

gönüller sultanı...





Bundan tam 738 yıl önce Hz. Mevlana sevdiğine yani Allah'ına kavuştu. Bizlerde keşke Konya'da olsaydıkta Hz. Mevlana'ya hasretimizi bir nebze olsun dindirseydik.
Bilindiği gibi, Mevlâna 17 Aralık 1273′de Pazar günü akşam üstü güneş gözden kaybolup, Konya ufuklarını kızıla boyarken bu âlemden can ve bekâ âlemine göç etmiştir. Mevlânâ ölümünü gerdek gecesi “Şeb-i Arûs” “Sevgiliye kavuşma” günü olarak kabullenmişti. Şeb-i Arûs, fedakârlıkla başlar, ölüm boyunca devam eder, öbür âleme kavuşmakla tamamlanır.
Mevlana;
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir” der.

Sevgiliye, “Ölmek şeker gibi tatlı bir şey, canı sen aldıktan sonra seninle olunca da tatlı candan da tatlıdır, ölüm” şeklinde seslenir. Böylelikle ölüme bir başka boyut kazandırır.
İnsan sevgisinin en yüksek tezahürü görünür Mevlana'da. Onun en yegâne düşüncesi insanlar arasındaki sevgiyi yaymaktır. Mevlevilik zaten "sevgi-dostluk" anlamına gelmektedir.
Mevlana'nın gönlünde ümitsizlik yoktur ve ümitsizlik girdabına düşenlere şöyle seslenir:
"Yine de gel... Yine de gel! Ne olursan ol, yine de gel!
Hıristiyan, Mecûsi, putperest olsan yine de gel...
Bu bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş bile olsan yine gel!"

Çölde susuzluktan yanan gönüllerimize Mevlana şu yedi öğüdüyle su serpiyor.
Cömertlik ve yatdım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!

11 Aralık 2011 Pazar

...



BEKLENEN

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.


Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?..

10 Aralık 2011 Cumartesi

Muhteşem Süleymaniye



Kusursuz bir şehrin, kusursuz mabedi; Süleymaiye Camii.
İstanbul'u düşündüğümde aklıma boğaz ve Süleymaniye Camii gelir. Dünyanın gerdağınlığının en güzel noktasına yerleştirilmiş, nadide bir incidir Süleymaniye. Muhteşem dönemin usta mimarı tarafından yapılan geçmiş ve geleceğin en güzel mabetlerinden birisi.
Sadeliğin, azametin, zevkin, güzelliğin ve kemâlin maddeye aksetmiş hali. O kutlu tepede Sinan'ın bu şaheserini gözlerimizi alamadan, büyük bir aşkla seyrederiz. İslam dinin mütevazi bir yansımasıdır bu mabet. Müslüman olmayan biri dahi buradan Allah'a ulaşılacağını hisseder.
Usta mimar herşeyi yerli yerine yerleştirmiştir ki yüzlerce yıldır minareleriyle Allah'a ulaşmaktadır.
Bazen defalarca önünden geçtiğimiz binalar hakkında çok az şey bildiğimizi farkederiz. Ancak Süleymaniye Camii bunlarda biri olmamalıdır. Mimari ve mühendislik açısından önemli bir camii olmasının yanında yapılış dönemindeki yaşananları açısından da önemlidir.

Kanuni Sultan Süleyman Hicri 957 yılında yani İstanbul'un fethinin 100'üncü yıldönümünde "İnnemâ ye'muru mesâcide'l-lâhi men âmene bi'l-lâhi ve'l-yevmi'l-âhir..." (Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar imar eder. Tevbe Sûresi:9/18) emrine ve "Allah rızası için bir mescid bina eden kimse için Allah da cennette ona bir köşk ihsan eder." hadisine uyarak bir camii yaptırmaya karar verir.
Sultan Süleyman gece rüyasında Peygamber Efendimiz'i görür ve Peygamber Efendimiz cami yerini göstererek duada bulunurlar.
Ertesi gün Koca Sinan'la caminin inşa edileceği yere giderler. Mimar Sinan:
-Sultanım! Camii şuraya, şu vechile bina eylerüz, mihrabını şuraya, minberin buraya vaz' ederüz deyince Kanuni Sultan Süleyman:
-Haberli gibisün Sinan, diyerek mimarına gülümsüyor. Koca Sinan:
-Siz akşam Peygamberimizle iken arkanızda idim devletlüm, diye sırra vakıf olduğunu ifade eder.

Zirvede bir eser olan Süleymaniye inşaatında Padişah'ın bile sırtında minare şerefesine taş taşıdığı da rivayet olunur.

1550 yılında cami inşatına başladığında altmış yaşında olan Koca Sinan, 1588 yılında 100 yaşındayken vefat eder. İmanının yansıması olan muhteşem eseri Süleymaniye Camii'nin bahçesine gömülmeyi layık görmeyerek tevazu gösteren mimar, cami bahçesinin dışında, iki yolun kesiştiği yerdeki sebilin arka kısmına defnedilmiştir. Dünyanın en büyük şaheserlerini 100 yıllık ömrüne sığdıran usta küçük ve mütevazi bir türbeye defnedilerek gönlünün büyüklüğünü bir kez daha gösterir.

İstanbul'un malum yedi tepesinden biri üzerine inşa edilen cami, Anadolu yakasından girişite tüm haşmetiyle bize merhaba der.



Bu eşsiz mabedin iki ayda tamamlanma hadisesi de önemli ayrıntılardandır. Padişah'ın Edirne'de olduğu bir zaman da Koca Sinan'ın dahiliğini hazmedemeyenlerin söylentileri sonucunda Sultan cami mahalline gelir. Sinan'ın başka inşaatlarla ilgilendiği söylentileri Sultan'ı sinirlendirmiştir. Yapılan işleri denetleyen Kanunı Mimar Sinan'a:
-Cami ile ilgilenmeyüp başka binalarla niçin uğraşıyorsun? Sultan Mehmet Han'ın mimarı sana örnek olarak yetmez mi? Bana, bu bina ne zaman tamam olur, çabuk haber ver, yoksa sen bilirsin! der.
Padişahın hiddetini sezen Sinan şu cevabı verir:
-Sultanım! İnşallah iki ayda tamam olur der. Bunun üzerine Kanuni:
-Mimar! Hele iki ay dolunca bina da tamam olmazsa seninle söyleşiriz, der.
Gerçektende Koca Sinan camiyi iki ay gibi kısa bir sürede tamamlar.

Anlatılan bir diğer olay da şudur:
Cami temelinin oturması ve sağlamlaşması için inşaat işine bir süre ara verilir. Bunu duyan İran Şahı Tahmasb, İstanbul'a elçisiyle bir mektup, çok miktarda para ve bir kutu mücevher gönderir. Şah mektubuna övgü ile başladıktan sonra şu sözlere yer verir:
"İşittik ki, camii tamamlamaya kudretiniz kalmamış ve yarıda bırakıp vazgeçmişsiniz. Size, para ve mücevherat gönderiyoruz. Bu cevherleri satıp ve bu parayı harcayarak camii bitirmeye gayret ediniz ki, bu hayırlı işinizde bizim de payımız bulunsun."
Kanuni Şah'ın mektubuna sinirlenerek parayı, elçinin huzurunda İstanbul Yahudileri'ne dağıtmıştır. Elçinin huzurunda mücevherleri Sinan'a vererek:
-Bu kıymetli diye gönderilen taşlar, camiin taşları yanında kıymetsizdir. Bunları, başka taşların içine katarak hemen kullan, demiştir.
Koca Sinan bu taşları sol minarenin yapımında kullandığı için bu minareye "cevahir minaresi" denmiştir.



Sinan'ın yaptığı bu eşsiz eserin mükemmelliği karşısında şairler de suskun kalamamışlardır. Özellikle Yahya Kemal'in "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" şiiri bizleri camiiyi ziyaret etmeye ikna etmektedir.

SÜLEYMENİYE'DE BAYRAM SABAHI
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varliğının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi siması bu mu'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, cok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

Bizlere böyle kıymetli eserleri miras bırakan ecdâda ne kadar teşekkür etsek azdır. İnşallah onlara olan minnettarlığımızı bu eserleri koruyarak, anlayarak ve ziyaret ederek gösterebiliriz. Süleymaniye Camii'inde buluşmak üzere...

okuduklarım

Hanzade'nin doğumundan sonra eskisi gibi kitap okuyamıyorum. Oysa ki benim için okumak nefes almak gibi. Ortaokulda cuma günleri okul çıkışı kitapçıya uğrar beğendiğim kitabı alırdım. Eve gittiğimde hızlı bir şekilde yemek yer, okumaya başlardım. Benim için büyülü anlardı. Okumayı beş yaşında öğrendiğim günden bu güne tutkuyla okudum. Meslek lisesi mezunu olmama rağmen üniversite tercihimi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden yana yaptım. Şimdi düşünüyorum da doğru karar vermişim. Ancak kelebeğim doğduktan sonra daha az okur oldum.
En son öğrencilerimi Tüyap kitap fuarına götürünce eskiden kütüphaneden alarak okuduğum Nihal Atsız'ın "Bozkurtların Ölümü" ve "Bozkurtlar Diriliyor" kitaplarının bir arada yayınlanmasıyla "Bozkurtlar" adını alan kitabını aldım. Göktürkler'in Orta Asya'daki yaşamını anlatan iyi bir kitap. On üç yıl sonra tekrar okumak çok hoşuma gitti. O zaman farkına varmadığım pek çok unsuru farkettim.



Bir de İskender Pala'nın son kitabı OD'u okumaya başladım. İskender Pala üniversite yıllarım ve sonrasında hayranlıkla takip ettiğim bir edebiyatçı. Uzun zaman Taksim Atatürk Kitaplığı'nda yaptığı edebiyat sohbettlerine devam ettim. Tadı damağımdadır. Bazı zamanlar derslerimize gelerek bizleri mutlu etmişlerdir. Bu kez "Bir Yunus Romanıyla" bizlerle. Yüreğimden vurularak, göz yaşlarımı tutamayarak okuyorum kitabını.
Her iki kitap da anlattığı farklı dönemlerle Türk kültürünün önemli unsurlarını anlatıyor. Okuyucuya tavsiyemle.


8 Aralık 2011 Perşembe

türkülerimiz


Annemle türkü gecesi yapalım dedik, bir süre önce elime geçen ve çok beğendiğim Türk Hava Yollarının derlediği "Türkülerimiz" albümleri aklıma geldi. Son derece güzel bir çalışma. Türk kültürünün önemli yapı taşlarından olan türküler iyi bir çalışmayla bir araya getirilmiş. İçinde çok sevdiğim türküleri de buldum. Ayrıca zevkle dinlediğim, memleketime ait "Çemberimde gül oya, gülmedim doya doya" türküsü de var.

"Türkülerimiz bazen bir ırmak, bazen bir ağaç, bazen bir çeşme, bazen bir dağ, bazen bir çiçek olarak yüzlerce yıldır, içimizde ve bu topraklarda var olan ses anıtlarımız... Bu türküleri, bu özel albümde size sunarken; içimizin biraz daha büyüyeceğini, umudun biraz daha çoğalacağını, hayatın biraz daha güzelleşeceğini umuyoruz. İyi ki insanız, iyi ki bizi bize anlatan türkülerimiz var." Evet bizim en değerli kültür unsurlarımızdan bu eserler. Tüm duygularımızı anlatmışız türkülerde. Sevinmişiz yakmışız, üzülmüşüz yakmışız. Herşeyimizi anlatmışız. Genç kızlarımız, delikanlılarımız aşklarını anlatmış, hasretlerini dile getirmiş. Anneler evlatları arkasından acısını dökmüş, bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm demiş, hayatını alatmış. Bizlere de dinlemek düşmüş.


Çok beğendiğim türküler demiştim, işte, bazıları:

"Beyaz giyme söz olur siyah giyme toz olur
Gel beraber gezelim muradımız tez olur

Salına da salına da gel
Haydi yavrum dön dolaş yine bana gel"

***

"Değmen benim gamlı yaslı gönlüme
Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım"

***

"Elif dedim be dedim aman
Yar ben sana ne dedim
Guş ganedi galem olsa aman
Ah yazılmaz benim derdim

Elif'im noktalandı aman
Az derdim çokçalandı
Yetiş anam yetiş babam aman
Ah çeyizim bohçalandı
Ah mezarım tahtlandı"

7 Aralık 2011 Çarşamba

ey melâl

ey hüzün ötesinden içime bakan Melâl
âhûların seni kıskandığını
kalbime fısıldarken rüzgârın dudakları
yüreğine tutunmak istiyorum sessizce
esrik bakışlarını ayırma gözlerimden

şafak hatıraların kanadında gizlidir
tanyeri bir çocuğun avuçlarında
ey ömrümü bir bahtın ucunda yakan melâl
ruhumu bir gül gibi ellerine bırakıp
zambakların sırrına yürüyorum sessizce
esrik bakışlarını ayırma gözlerimden

...

ey hüznün ötesinden içime bakan melâl
ey ömrümü bir bahtın ucunda yakan melâl
ey damar damar öfke, pıhtı pıhtı kan melâl
ey gönlünü bir damla suya bırakan melâl
ey dünyama ırmaklar misali akan melâl
esrik bakışlarını ayırma gözlerimden





Hüzünle başladık bugün...
Yağmurla birlikte hüzün kaplar gönlümü. Ne demiş şair "Hüzün ki en yakışandır bize.".
Üniversitede şiir çekerdik, günün şiiri der, okurduk. Bugün ben de bir şiir çektim, sahiden gönülden oldu.

...







söyleyemediğim

söz ki, ucu kırılan bir hançerdir elimde
korsanlar kuşatıyor duygu memleketini
dargın ve merhâmetsiz bir gecenin ardından
çilekeş bir gündüzün ürkek karanlıkları
fışkırıyor harflerin kapı aralığından
hançer deli, haramî, hançer ücra ve paslı
gönül mahkûm, yaralı, gönül tenhâ ve yaslı

...

çiçek, açmak üzereyken boyun büker ya hani
güneş doğmak üzereyken tutulur içimizde
beklenen bir atlıyı götüren fırtınalar
kara bir haber gibi yayılır evimizde
uzaktan bir kekliğe meftûn olan avcının
kurşunu tükenince yıkılan düşlerini
kimsesiz bir çocuğun gri gülüşlerini
ruhunda düğüm düğüm taşıyarak sessizce
söylemek istiyorum, ama heyhât ki, her söz
yollarımda uzayan kapkaranlık bir gece

5 Aralık 2011 Pazartesi

ilk dişim

Sonunda ilk dişimiz çıktı. Dokuzuncu ayımıza dişimizle girdik. Birkaç gündür diş etlerindeki sertliği farketsemde diş görünürde yoktu. Özge teyzemiz farketti. Çok sevindik; bir de beyaz bir hediye alacağını söyleyince sevincimiz katlandı. Özge teyze üst kat komşumuz. Dokuz ay boyunca bizi besledi, büyüttü. Yaptığı her yemekten getirdi, yetmedi yemeğe de çağırdı. Her zaman yanımızda oldu. Doğum için yaptığım kelebek şeklindeki hediyeliklerden kapı süslerine, ilk banyomuza kadar yanımızdaydı.



Hamilelik ve sonrasında insanın desteğe ve yardıma çok ihtiyacı oluyor. Bu açıdan çok şanslıydım. Özge dışında iş arkadaşım Çokoprenses Ceren'in annesi hep yanımda oldu. Tüm sorularıma sabırla cevap verdi, veriyor. Ceren'in pusetini ve süt sağma makinesini de paylaşarak bizi büyük bir masraftan kurtardı. Buradan ikisine de teşekkür ediyorum. İnşallah bizim kız ileride teyzelerini arar sorar. Böyle zamanlarda insan anlıyorki hayatta dost biriktirmek çok önemli. Allah dostlarımızı yanımızdan eksik etmesin.

4 Aralık 2011 Pazar

kozadan kelebeğe


Beklemediğimiz bir anda geldi Hanzade hayatımıza. Hamile olduğumu öğrendiğimde kelebeğim sekiz haftalıkmış. Üstelik taşınma telaşını da yaşamıştık bu sekiz hafta içinde. O kadar sıkı tutunmuştu ki hayata hiç bir sorun yaşamadık. Rahat bir hamilelik geçirdim. Karnımda çok hareketliydi, doğuncaya kadar da hiç durmadı. İlk aylardaki mide bulantılarını saymazsak hayatımda hiç bir değişiklik olmadı. Sekiz ay çalıştım ve araba kullandım. Gerçi bunda Bahçeşehir gibi rahat ve sakin bir yerde oturmamın etkisi de var. Tüm hamilelik süresinde gezmekten de vazgeçmedim.
Gönlüm hep normal doğumdan yanaydı. Doktorlarda aynı fikirde olunca kırkıncı haftanın sonunda kelebeğimi normal doğum yaparak kucağıma aldım.
Dünyanın en güzel anıydı. İnşallah tekrar yaşarım.