20 Aralık 2011 Salı

adın tereddüt olmalı

Sessiz bir ev, yağmur, sıcak bir bardak çay ve İstanbul eşliğinde iyi giden yazılardan biri. Belki bir de hafif bir müzik...


Nerelerdeydin?.. Zaman işliyor, "öyle uzak, öyle yalnız, öyle kırık / öyle derin". Gelişinle gidişin bir oluyor. Aceleci ve süzgün ve minnetsiz...




Ne buldumsa, yüzümü ne denli tuttumsa rüzgârına, tenimde yalnız onlar kalıyor. Yalnız ürperme kalıyor, yalnız deniz kokusu, son çiçekler ve savrulan saçlarının çizdiği helezonlar... Saydam ve nahif ve solgun yüzünün bağışladığı coşkuyla düşüyorum yollara. Çağrına uyup denizlere koşasım geliyor; dağlara çıkıp nağralar atasım... Sense hep böyle sabırsız, hep dâvetkâr...
Senden başka hiçbir şey, hiçbir zaman bunca hafif, bunca özgür kılmıyor; bunca hayaller içine atmıyor beni. Rüzgârına kapılıp zamanı şaşırıyorum. İtiyatlarımı, kurallarımı bozuyor, günlerimin seyrini değiştiriyorsun. Sen gelince dilim tutuluyor. Suskun ve çaresiz bir adam kesiliyorum. Savunmasız, yapayalnız, çırılçıplak kalıyorum. Kalabalıklar kâr etmiyor. Yalnız, çıplak ve çaresiz...
Ve senden başka hiçbir şey bana kendimi düşündürtmüyor. Sen gelince, en çok kendim oluyorum. Kendi düşlerim oluyorum. Kendi günahlarım, sevaplarım... Kendi saçlarımın karası, kendi yüzümün gülüşü... Senden başka hiçbir zaman, bunca düşünmüyorum ölümü, yaşamayı bu denli istediğim olmuyor. Sen varken ölümle yaşam arasında sınırsız ilgiler kuruyorum, derin sularda karşılaşıyor ölümle yaşam. Ölümü düşünmek bu denli kavurucu olmuyor hiç. "Rüzgâr başka çeşit esecek. " diyorsun ve esiyor... Her şeyi; dağları, denizi, uzak ve yakın kıyıları, göçmen kuşları, vapurları, akşam rüzgârlarını, savunmasız ağaçları ve yaprakları kendi rengine bulayıp gidiyorsun. Göç rengine... İçimde bir göç kervanı topluyor akşamüstüleri söylediğin şarkılar. Göçler beni hep hüzünlendirir. Suskun, çaresiz, zavallı bir çocuk olurum göç kervanı düzülünce. Çok göçler gördüm ben çocukluğumda. Terk edilen evler gördüm, hüzünlü gidişler; geride kalan donuk ve amaçsız bakışlar, yeri göğü yırtan çığlıklar gördüm. Çok ölümler gördüm ben senin geldiğin zamanlar...
Yine de ben, seni sevdiğim kadar hiçbir zamanı sevmedim. Sende bulduğum kadar kendimi bulmadım hiçbir yerde. Sana olan tutkum bu yüzden. Gelişine, rüzgârına, bir de şarkılarına vurulup coşuyorum. Sonra bir çelişkiler yumağı bırakıyorsun elime. Yaşamdan ölüme, dünden bugüne, tutsaklıktan özgürlüğe koşup duruyorum...
İşte geldin, gidiyorsun...
İçimde karmaşık bir hatırlama ağı. Sürekli dünlere çekiyor beni. Bıraktıklarıma, vazgeçtiklerime, yarım kalanlara, başaramadıklarıma elimin ermediklerine... Bu senin tabiatın mı, böyle mi kuşatırsın geldiğinde herkesi? Yoksa yalnız ben mi sende dünleri bulurum bilmiyorum ve çözemiyorum. Oysa bir yandan, "yaşama koş düş yollara" diyorsun. Mekândan, ayakbağlarından kurtul, diyor bakışların... İşte bunlar son kuşlar, son yemişler ve son güneşli günler... Uzaklara bakmanın son akşamüstüleri... Öbür yanda, geçmiş günlere, eski baharlara, eski aşklara ve uçup giden ne varsa onlara takılıp kalan gönül ağları... Senin adın olsa olsa bir tereddüttür senin; vazgeçemeyişler, kopamayışlardır. Aşkla ayrılık, gitmekle kalmak, ölümle yaşam arası muazzam çelişkiler... Adın, tereddüt olmalı senin. Rengin sarı olmalı, yüzünde yarım gülücük olmalı, saçların dalgalı; dağ ve deniz karışımı kokun, güz menekşesi gözlerin...
Adın eylül olmalı senin...
"Eylül daha çocukluğumdan
beri size bakardım ben
bir yazın azalmakta olan
sözcüklerinden nasıl da
ansızın döküldünüz
bahçelerle ve kül
dolardı içim eylül "
(Hilmi Yavuz)

Eylül; mütereddit, saçları menevişli, yüzünde dünün yarım gamzesi. Bugün; hafif, uçarı, kayıtsız... Ve suskun, çırılçıplak bırakan... Yalnız ağaçlar mı, deniz mi, dağlar mı, göçmen kuşlar mı? Ben, ben, ben...

2 yorum:

  1. paylaşımlarınız,yazılarınız çok güzel..yüreğinize sağlık..bloğunuz hayırlı olsun buarada:) Sevgiler...

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim, çalışan bir anne olarak vakit buldukça sizlerle buluşmak istiyorum. Sevgiler...

    YanıtlaSil